Murat Şaylan'la birlikte (Fotoğrafı da ne kötü çekmişim.) |
Pazartesi gününün son konuşmacısı bütün gün yanımda
tüm konuşmacıları dikkatle dinleyen Marka Konseyi Yönetim Kurulu Üyesi Murat
Şaylan’dı. Daha konuşmasına başlar başlamaz tüm gün yorulmuş olan beyinleri
kendine çekmeyi başardı adeta. Sesiyle, mimikleriyle tüm salona hakimdi.
Kendisi bizlere “İletişiminize kaç puan verirdiniz” diye sorduğunda koca
salonda bu soruya 10 puan verebilecek kişi sadece kendisiydi. İşte bu kadar
özgüvenli bir insanın konuşmasını dinlemekteydik. Tüm konuşma boyunca “Neden
bizden de bir Steve Jobs çıkmıyor?” üzerinden gitti. Aranızdaki cevherleri
çıkaracağım diyerek tüm salona umut ışığı soktu. Şimdi oturup koca konuşmayı
size özetlemeyeceğim. Zaten konuşma sırasında da hiç elimde kağıt kalem not
tutmadığım için(!) pek de bir şey hatırlamıyorum. Neyse lafı uzatmadan konuya
gireyim demiştim ama hala lafı uzatır gibi bir halim var. Konu neydi onu da
hatırlamıyorum ama şimdi aklıma geldi de harbiden bizden niye Steve Jobs
çıkmıyor? Açılın, ben Steve Jobs olmaya karar verdim! Ya da dur önce bir anneme
sorayım izin verecek mi?
Ülkemizde aşırı başarılı
diyeceğimiz insanların sayısının gerçekte az olmasının en önemli sebebi başarı
kelimesine olan bakış açımızdır. Ülkemizde başarı; sınavda alınan not veya ay
sonu aldığın maaşın miktarıyla kıyaslanıyor. Türkiye’de ay sonu 5000 lira
alıyorsan kimse senin işini sorgulamaz. Hele bir de sigortan varsa(!) yeme de
yanında yat. Ya da hiç çalışılmayıp ya da son gece iki gün sonra unutulacak
şekilde çalışılıp da alınan iyi not eftaldir. Durum işte bu kadar vahimken nasıl
başarılı olalım başka bir açıdan bakacak olursak nasıl bu doları düşürelim ki?
İlk olarak yapmamız gereken şey
kafamızın içindeki yıllardan beri gelen başarı algısını yok etmek “Aga ben
böyle iyiyim” diyorsan da yapabileceğim hiçbir şey yok. Yavaşça okumayı burada
kesebilirsin. Eğer ki bu cümleyi okumaya hala devam ediyorsan da senle baya yol kat edeceğiz diyebilirim. Şimdi
kafamıza bir inek öğrenci tipi getirelim. Elindeki her zaman bulundurduğu bir
kitapla gözündeki iki mercekle sınıfın en önünün vazgeçilmesi olan biri. Belki
şuan bu yazıyı okuyan kişi bu tanıma uyuyor. Eğer bu tanıma uyuyorsan ve de bu
kümeye girmenin tek amacı sınavlardan en iyi notu almaksa derhal bu sayfayı
terk et. Sana pek bir şey kazandıramam. İneklemende sana bol şans. Ya da dur
sen de. Amaç herkese farkındalık kazandırmak sonuçta değil mi? Eğer ki bu
kümeye giren biri değilsen de muhtemelen uzaktan bu kişilere garip gözle
bakıyorsundur. Emin ol o kümedekiler de sana garip gözle bakıyordur.
Birbirinize garip gözle bakışırken de hayat elinizde yitip gidiyor. Şimdi bu
kümedeki insanların asosyal olduğu fikrini derhal kafamızdan atalım. Okuyan
insan kesinlikle asosyaldir lafı tamamen
yanlış bir tezdir. Çoğu insanın böyle düşünmesinin sebebi de sosyallik
kavramına olan bakış açısıdır. Sosyallik denilen şey bir kafede saatlerce
sohbet etmek değildir. Emin olun bütün gün oturulan bir kafede edilen muhabbet
her saat başı en başa döner ama kimse pek fazla bunun farkında olmaz. Bu yüzden
sosyallik dediğimiz şey arkadaşımızla bir yerde uzun süre oturmak değil doğru
kişiyle, doğru zamanda ve doğru mekanda bulunabilmektir. İşte bunu yapmaya
başardığımızda sosyalliğin başarıya katkı sağlamasına vesile olabiliriz.
Artık okuyan kişilere garip gözle
bakmayı yavaştan bıraktığımıza göre bundan sonra yapmamız gereken şey: okumak.
Bol bol okuyacağız. Bana göre bir Dostoyevski ya da Charles Dickens okumamış
insan yarım insandır. Sadece bunları da değil elimize geçen işe yarar her şeyi
okuyacağız ki başarılı olalım. Sakın şu son yazdıklarıma ön yargıyla
yaklaşmayın. Bilgi sınırsızdır, elbet herkes bunun içinde bir şeyler bulur,
tabi ilgilenene. İlgi yoksa bilgi de olmaz unutmayın. Emin olun bir süre sonra
zevk aldığınızı bile hissedeceksiniz. En basitinden şuan okuduğum kitap Zygmunt
Bauman’dan “Sosyolojik Düşünmek”. Bu kitaptaki “Özgürlük ve Bağımlılık” adlı
makaleyi okurken adeta bilginin beynime gidişine zevkle ortaklık etmiştim. Emin
olun çoğu başarılı ve ülkesine katkı sağlayan insan başarısının uğrunda
yüzlerce kitabı hatmetmiştir. Yani başarılı bir insan gördüğümüzde sakın “Şansı
tutmuş da adam buralara gelmiş” demeyin ya da kaderinize sövmeyin. Unutmayın
kötü giden kaderimizi değiştirmek bizim elimizde.
Bir hastalığımız da ertelemek.
Her şeyi erteliyoruz. Hele ki elimize akıllı telefonlar geldikten sonra bu
erteleme işi baya bir arttı. Şuan bile iki dakika telefonuma bakıp az
dinlendikten sonra şu yazıya devam etmek istiyorum. Ve de itiraf ediyorum. Son
cümlemi yazdıktan sonra “Harbiden iki dakika telefonuma bakıp biraz uzanayım”
dedim ve o deyiş ardından uyudum, kalktım, kahvaltı ettim, gene telefonumla
uğraştım falan filan. Kısaca 13 saat boyunca bir daha bilgisayarın başına
oturmadım. Yazımı dün gece bitirip şuan başka bir yazı yazıp bitirmek varken sonuç;
bitmemiş upuzun bir yazı. İşte bu tarz durumları sadece ben yapmıyorum. Hepimiz
yapıyoruz. Bir işi ilk gün yapmak yerine son gün yapmaya beynimizi alışmışız.
Üstelik son gün gelene kadar kafamızda yapmamız gereken iş meşgul ediyor, bizi
strese sokuyor. Bu sefer de hiçbir işi doğru düzgün yapamadan bir hiç olarak
mezarın yolunu tutuyoruz. Başarılı olmak, bu ülkeye faydalı olmak istiyorsak
ertelemeyeceğiz. Unutmayın 10 saniye sonra bile yaşayacağımıza garanti
veremiyorken niye bir şeyleri erteleyelim ki?
Erteleme hastalığından vazgeçtiğimizi
varsayarsak artık işimize bakabiliriz. Ama burada sıkıntı işimize ne kadar
bakacağız? Sadece işin bitmesini mi arzulayacağız yoksa işimizden sonraki boş
zamanımızı hayal ederek mi tüm işi götüreceğiz? Bunların hiçbiri değil. Bir
işteki misyonumuz elimizden gelenin en iyisini yapmak olacak. Sonuçta o anki
vaktini o işe vermeye kabul etmişsin. Niye bu zamanını daha verimli
kullanmayasın ki ve bunu da her iş de uygulayacaksın. Sabahki kahvaltından tut geceki
uykuna kadar her şeyde uygulayacaksın. Sabah iki yumurta yiyeceksen o iki yumurtayı
en iyi şekilde kıracaksın. Otobüste misin o anı en verimli şekilde
kullanabilmek için eline bir kitap alacaksın ya da uyuyacaksın. Sınıfa mı girdin artık o sınıfta iki saat
bulunmayı kabul etmiş durumundasın. O zaman o iki saatte öğretmenden
alabileceğin tüm bilgiyi almaya çalışacaksın. Öğretmensen de öğrencilere
maksimum verimi verebilmek için uğraşacaksın. Yani anlayacağınız yapmak için
kabul ettiğiniz şeyleri en iyi şekilde yapabilmek için elinizden gelen en iyi
gayreti göstereceksiniz. Bunu sadece iş olarak da düşünmeyin. Eğlenirken de
maksimum seviye de eğlenmesini bileceksin. Arkadaşınla yarım saat sohbet mi
edeceksin. O yarım saatin yarısında telefonunla uğraşmayacaksın ki yarım saat
yapacağınız o sohbet bir saate dönmesin. Unutmayın yaptığınız iş de kendinizi
yeterli görüp yerinizde sabit görmeyi kendinize yediriyorsanız birilerinin sizi
geçmesi kaçınılmaz olacaktır.
Başarılı olma yolunda daha bir
sürü madde sıralanabilir ama burada bitireceğim. Son olarak bir şey daha
eklemek istiyorum. Sistemi sadece kuru kuruya eleştirmeyeceksin. Eleştirirken
her zaman bir şeylerle uğraşacaksın. Bir batağın içine batan insanın kurtulmak
için bir yol aramak yerine sadece “Bu batağı buraya kim koydu?” diye sadece
ağlaması ne kadar saçmaysa sistemi sadece eleştiren insanda aynı bu örnekteki şahıs
gibi saçmadır. Batağa batıp sadece ağlayan insan da unutulmaya mahkumdur
sistemi kuru kuruya eleştiren de.
Neyse yahu! Lafı daha fazla
uzatırsam saçma kişisel gelişim kitaplarına döneceğim. Ondan burada bitiriyorum
zaten daha fazla yazsam ne olacak ki? Ben bile dediklerimin hepsini yapmıyorum(!)
Ama en önemli olan şey yapmak için çaba sarfediyorum. Çaba sarfediyorum ki
birgün ben de şu ülkeme en iyi şekilde faydalı olabileyim. Bir de bir şeyler
yapmak için çaba sarfederken sizi eleştiren çok insan olacak ve bu
eleştirilerin çoğu sizin şevkinizi kıracak. Burada tek yapmanız gereken “Elalem
ne der?” lafını bir kenara bırakıp amacınıza dosdoğru ilerlemek ve sonunda göreceksiniz
siz de bir Steve Jobs olmuşsunuz.
Blogumun instagram hesabını takip etmek istersen buraya tıklayabilirsin.
0 Yorumlar